Sayfalar

29 Kasım 2010 Pazartesi

Ahlat' tan...

Bu çocuğun gözlerindeki hüznü hiç unutamadım... Acılarımız çarpışmıştı o an sanırım, bu yüzdendi bu etkileniş. Mavi ama mat ve derin sulara dalmak gibiydi ışığına kapılmak... Çok sadeydi anlattıkları... Kirpiklerinden düşüyormuş gibi  kelimeleri vardı devrik cümlelerinde. Hepsini tutmaya çalıştım avuçlarımda ama zamanla silinip gidecek biliyorum...

İzi mutlaka kalacak olsa da...

26 Kasım 2010 Cuma

Bir Buruk Veda

Hiç düşünmeden, lafın nereye gideceğini bilmeden cümlelerinizi seslendirdiğiniz oldu mu hiç?
Bugün o anlarımdan birindeyim işte... Sebebi ise; ölüm... Ben buna farklı bir isim vermek istiyorum kendi hikayemde: " yitiriş"

O, birinci dereceden akrabam değildi... " Birinci derece akraba " ne demekse artık... Çok sık yüzünü gördüğüm, sesini duyduğum biri de değildi. Ama anılarımda yeteri kadar yer kaplamış bir abiydi, bir amcaydı... Neşeli zamanlarıma pay olmuş oldukça eğlendirici bir şakaydı aslında... Ailemden dinlediğim 'gençlik hikayelerinin baş kahramanıydı' :Fahrettin Amca!

Dopdolu geçen, acı, tatlı Ankara vurgunlarımız olmuştu bizim. Kızları; Merve ve Gülşah ile... Öz kuzenim değildi onlar; emin olun çok daha yakınlardı bana! Evlerinde günlerce kaldığım zamanlarda, Fahrettin Amca hiç yabancılık çektirmezdi bana. En asabi anlarımızda bile, bize kahkahalar attırmayı başartırdı... Kendi halimize bırakmayı da bilirdi zaman zaman. Belki de bu yüzden özleyeceğim O' nu en çok! Ve belki de yirmi yedi gün öncesinde onunla sohbet etmek, her zamanki gibi şakalaşmamızı hatırlamak acıtacak beni en çok...

'Ölüm' ; nereden ve nasıl gelirse gelsin, öyle acıtıcı, öyle inanılmaz ve apansız ki... En kötüsü de yaşam dolu insanlara yakıştıramamak, bir türlü oturtamamak bu sıfatı onların isminin önüne!

Aniden bırakıp gittin bizi... Bilirim, elinde olsaydı böyle çabuk pes etmezdin sen! Kalbin oldu sana ihanet eden... Böyle apansız kaçırıp götüren uzaklara... Bu kez dönmeyeceksin üstelik... Ama; biliyorum ki, nerede olursan ol, gülümsemeni hiç kaybetmeyeceksin... Huzurlu ol Fahrettin Amca, geride en güzel gülümsemeni bıraktın bize... Hoşçakal....!

16 Kasım 2010 Salı

Kadere Teslim Etmek Kederini

Acı, derine işledikçe, pan zehiri etkisini yitirmeye başlar...Gözyaşı donar, kalp sadece hayatta kalmak için atar...Sanki tüm hayat fonksiyonların sadece birer refkleksmiş gibi hareket halindedir. Böyle olurmuş demek ki acıyla tanışmak, öğrendim. Acıyla ilk kez tanışmadım aslında, ilk kez çaresiz kaldım. Ruhum bedenimden ayrılmış gibi, tamamıyle kendi haline büründü ve kimseyi dinlemez bir pervasız oldu çıktı. Sonunda bunu başardı (başartıldı)!


Komik değil mi; zoru seçmek, acıyı seçmek ve bir ömür mahkum olmak apayrı bir 'şey' e. Bildiğini ispat edememek, halbuki ispata gereksinimi olmayan alelade bir olgu için, susmak zorunda kalmak! Küre' nin iç yüzünde gördüğün tüm 'bir dakika sonralar' ı kendine saklamaya mecbur olmak çok acı! Tanıştığım en büyük acı!


'Susmak, bazen çok şey anlatır' derler... Yalan! Susmak birçok durumda kadere teslim etmektir kederini. Ve susmak; zamanı çalmaktır aslen! Konuşmaktan daha fazla yorar, daha çok acıtır, bilinsin...


Kendimi koca bir yalana dolayıp sığ denizlere atmak istesem, geride bırakacağım kaç ev sahibi öksüz kalacak...Biliyorum. Ben hiçbirine ait olmadığımı söylesem...


'Yazı'; sorgulamadan, adabıyla susup beni dinleyen, anlayan ve beni ne olursa olsun terk etmeyen en iyi dost...Tüm teşekkürlerim sana aslında...Sürüklediğin için, keşfetmemi sağladığın ve hep omzunu başım için sakladığın için... Bir kez daha hafiflettin...Teşekkürler sana!

13 Kasım 2010 Cumartesi

Annem' in anlatmak istediklerini yirmi üç yaşında anladım...

9 Kasım 2010 Salı

Çelişki

Çelişki; melekle şeytanın en keskin tartışmasıdır.


Ateşle suyun birleştiği anda geriye sadece ıslaklığın kalması gibi, çelişki hali devam ettikçe küle çevirir her şeyi! Kendine ihanet etmek istedikçe, en tehlikeli silahların boy gösterir önünde; güven, bağlılık ve şüphesiz inançlar... Yakıştıramazsın bir okyanusun buzla kaplanabilme ihtimalini! Ve düşünmekten alıkoyamazsın kendini; ' ya yanılıyorsam/yanıltıldıysam? '


Hiçkimse, inandığı değerleri ve inanmasını sağlayan özneyi kolay kolay silip atamaz. Öfke; tüm bunları karalayabilmek için sana teselli saldırıları sunabilir; ama hepsi sahtedir. Bilirsin, böyle şüphesiz inandıktan sonra, korkmak, kaçmak, karalamak yakışmaz...


Ve 'aşk' herkese yakışmaz. Aşk; her babayiğidin harcı değildir. Anladım ki aşkın en becerikli hali; tekil olanıdır. Aşık ile birleşiklik sağlandığı an, belki de yapılması gereken şey; şans dilemektir. Çünkü; her insan, içinde bulunduğu durumun 'aşk' olmadığını kabul edebilecek kadar zeki/cesur olmamakla birlikte, aşk'ı kendine sapan yapıp sadece özgürlük, sadece huzur, sadece sevgi isteyen kuşları gökyüzünden birer birer indirebilme yeteneğine sahiptir... Şans dilemek gerekir; çünkü aşkı, birçoğu eline yüzüne bulaştırmaktan başka bir şey yapamamaktadır!


Ne tuhaf... Aşk'ı tanımlayamayan sayısız insan topluluğu içerisindeyken, şimdilerde bunu yapmakta hiç zorlanmıyorum. Yaşadığım şeyin ne olduğunu, ilk kez bu kadar iyi biliyorum. İlk kez böylesine korkusuz, böylesine gururlu ve hiç olmadığım kadar fedakarım. Kendime söz geçirebileceğim vakit elbette gelecek; fakat bazen 'hayat' oyun oynuyor işte. Çok görüyor bazen 'son arzunuz nedir?' sorusuna verdiğiniz ufacık bir cevabı...


Bugünlerde, şans diliyorum ben de...Ama bu kez kendime değil. Yanılma ihtimallerine...

7 Kasım 2010 Pazar

.....

Kuşadası...Balıkçılar çay bahçesi...


Dostlarım yanımda, kıyıya döşemişiz yüreklerimizi...Ağız ağıza verip karanlığa attığımız sohbetlerimizin tadı başka...Adıysa hep 'aynı'...
Uzayan konuşmaların ardından gelen sisli gözyaşları, bir daha hiç akmayacak...Hissettik..!
Ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...Tıpkı burkulan kimlikler gibi...
Acıların adı başkalaşacak...Nasır tutmuş ellerin hali yüreklerle birleşince geriye tek şey kalacak:

Değişen, soğuyan cesetler gibi, bu başkalaşımın dönüşü olmayacak...!

5 Kasım 2010 Cuma

' Bu kadar mı değerliyim? ' dediğiniz oldu mu hiç kendinize...

Bugün, belki hiç olmadığı kadar değersiz hissettim kendimi...Değersizliğin önemi bugün'de gizli değil, sadece içimde daha fazla tutamadığım kırıklık keskinleştikçe ne varsa aktı önüme olağan bir hızla...
Kimsesiz bırakılmış ki bir kuyunun içinden ufacık boyuyla 'tek başına' çıkmaya çalışan zavallı bir çocuk gibi, günlerdir kendi iç evimde oyalayıp duruyorum cevapları...Kaçıncı sıradayım gözyaşları silinecek olanlardan ve yok olsam vaktinde sahip bulur mu ki bu haber gideceği yere?


Bu muydu hepsi..? Topu topu bir haykırış mıydı.. Sonrasında göze almak mıydı yitirmeyi?


Kendime gelmek için günlerdir katettiğim yollarda, upuzun gölgeler peşimdeyken, biliyor musunuz hep yalnız kaçtım! Sığınak yok oldu...Sığınak; tıpkı kendine çekilen bir bencil gibi, bilinmeyen bir limana demirledi kendini...Sebep; bir önemi yok sanırım...


Ben... Bu kadar mı değerliydim yani?

4 Kasım 2010 Perşembe

İki Yürek Hastası

Nefes almanın bir ritüele dönüşmesi gibi, en derinine yerleşip sana dualar fısıldayan bir 'can' var artık...
Dünyanız yanıyor ve sen o cehennemi bile bile ateşe hapsediyorsun kendini!
Belki de baş edemediğin bir güce karşı boyun eğmenin tek doğru/en soylu eylemidir bu...
Tanrı olsaydım, günah yazmazdım bu eğilişe...
Öyle temiz bir günah ki çünkü...

'Kadercilik' tam da bu noktada başlıyor işe.
Hayat makinesine bağlı iki yürek hastasının tepkisizliğine ve kendilerinden başka birilerini yok etmeme direnişine karşı; kader...

'Yalan' hiç bu kadar güzel bir gerçekle örtüşemezdi herhalde
Sadece kendilerini eriten iki buz parçasının acısında gizliyken!
Bir mezarın kokusu öylesine genzi yakarken...
Tanrı bir armağanla bekliyor olmalı bu meleksiliği...

Susmak, yürek çarpıntısının her zerrende en şiddetli halini almaya başladığı an
Gitmek; gidebilmenin en güçlü somutu olduğunda,
Ve sen soyutluğu terk edemeyeceğini bildiğin için; ölmeyi 'en kutsal ibadet' saydığında

Artık 'sen=o' olmuştur...
İki bilinmeyenin birbirine eşitliği,
Çözümün sonsuzluğunda gizli...